14 Şubat 2017 Salı

AİLE DİZİMİ NEDİR VE HANGİ DURUMLARDA FAYDA SAĞLAR ?


Aile dizimi çalışması, hayatımızdaki tıkanıklıkların farkına varmamızı sağlayan, gerçeğin olduğu haliyle “ kabulünü” amaçlayan bir
terapi yöntemidir. Bert Hellinger ; “ hepimizin bir bütünün parçaları olduğumuz ” ve “ tüm oluşların bilgisinin her varlıkta ve boşlukta bulunduğu” teorisi ile yola çıkarak “Aile dizimi” çalışmasını metod olarak geliştirmiş, 35 yıldır Avrupa’da ve tüm dünyada uygulanan bir psikoterapi yöntemine dönüştürmüştür.
Hayatımızdaki evlilik ve ilişki problemleri, bedensel ve ruhsal hastalıklar, çalışma hayatındaki problemler, bereketsizlik, içsel boşluk, hayatta tekrar eden paternler, kilitlenmeler, tıkanmalar ailemizden aktarılmışların izleriyle oluşur ; arka planda kalan çoğunlukla fark edilmeyen bu dinamikler, geri kalan tüm hayatımızı etkiler ve gelecek nesillere kadersel miras olarak bilinçsizce aktarılmaya devam eder. İçine doğduğumuz ailenin kolektif bilincine dahil oluruz. Ailede olan tüm olaylar, kadersel döngüler, travmalar, hastalıklar, kayıplar, savaşlar, göçler, erken kaybedilen ebeveynler, erken ölen kardeşler, kürtajlar, düşükler, travmalar, yarım kalmış sevgiler , iflaslar, hak yenmesi, bağımlılıklar , zayıflamış aile bağları, dışlanmış bireyler, yanma, boğulma, ani kaza gibi dramatik ölümler veya intihar cinayet, kayıp, sır, tabu, evlatlık verme-verilme ...
Tüm bu durumlar zaman kavramı olmaksızın varlığımızda kayıtlı kalırlar.

AİLE DİZİMİ UYGULAMASI:
Bu metod sayesinde kişi ailesi ve kendi geçmişindeki tıkanıklıkları simüle etme şansını yakalar, dışarıdan bir gözlemci olarak aynı deneyimleri yaşar ve uzun süreli bastırılmış olanı, bilinç düzlemine çıkarıp ruhsal acılarımızın kökenini görmeyi, donmuş, bloke olmuş duygularımızın yeniden canlanmasını ve akmaya başlamasını sağlar.


NE KAZANDIRIR?
Kişi yaşadığı varoluşunu borçlu olduğu aileye ve geçmişine cesaretle bakarak gerçeği olduğu
hali ile kabul eder; Yaşamla bütünleşir ,uyum ve denge içine girer daha üretken ,sağlıklı,
dingin başarıya götüren güçlü içsel barışa ulaşır.

22 Ekim 2015 Perşembe

AİLE DİZİMİ GRUP TERAPİSİ "BURSA"




Aile Dizimi "GRUP TERAPİSİ" (BURSA)
UYGULAYICI TERAPİST : MERAL YARDIMCI
28 KASIM 2015 CUMARTESİ 

DETAYLI BİLGİ VE KAYIT İÇİN :
ADA GELİŞİM MERKEZİ 
02242254343 / 05324579393

www.adagelisim.com

Meral YARDIMCI Kimdir ?
http://meralyardimci.blogspot.com.tr/p/meral-yardimci-kimdir.html

AİLE DİZİMİ NEDİR VE HANGİ DURUMLARDA FAYDA SAĞLAR ?
http://meralyardimci.blogspot.com.tr/p/aile-dizimi-calsmas-hayatmzdaki.html

7 Nisan 2015 Salı

AİLE DİZİMİ NEDİR VE HANGİ DURUMLARDA FAYDA SAĞLAR ?


Aile dizimi çalışması, hayatımızdaki tıkanıklıkların farkına varmamızı sağlayan, gerçeğin olduğu haliyle “ kabulünü” amaçlayan bir
terapi yöntemidir. Bert Hellinger ; “ hepimizin bir bütünün parçaları olduğumuz ” ve “ tüm oluşların bilgisinin her varlıkta ve boşlukta bulunduğu” teorisi ile yola çıkarak “Aile dizimi” çalışmasını metod olarak geliştirmiş, 35 yıldır Avrupa’da ve tüm dünyada uygulanan bir psikoterapi yöntemine dönüştürmüştür.
Hayatımızdaki evlilik ve ilişki problemleri, bedensel ve ruhsal hastalıklar, çalışma hayatındaki problemler, bereketsizlik, içsel boşluk, hayatta tekrar eden paternler, kilitlenmeler, tıkanmalar ailemizden aktarılmışların izleriyle oluşur ; arka planda kalan çoğunlukla fark edilmeyen bu dinamikler, geri kalan tüm hayatımızı etkiler ve gelecek nesillere kadersel miras olarak bilinçsizce aktarılmaya devam eder. İçine doğduğumuz ailenin kolektif bilincine dahil oluruz. Ailede olan tüm olaylar, kadersel döngüler, travmalar, hastalıklar, kayıplar, savaşlar, göçler, erken kaybedilen ebeveynler, erken ölen kardeşler, kürtajlar, düşükler, travmalar, yarım kalmış sevgiler , iflaslar, hak yenmesi, bağımlılıklar , zayıflamış aile bağları, dışlanmış bireyler, yanma, boğulma, ani kaza gibi dramatik ölümler veya intihar cinayet, kayıp, sır, tabu, evlatlık verme-verilme ...
Tüm bu durumlar zaman kavramı olmaksızın varlığımızda kayıtlı kalırlar.

AİLE DİZİMİ UYGULAMASI:
Bu metod sayesinde kişi ailesi ve kendi geçmişindeki tıkanıklıkları simüle etme şansını yakalar, dışarıdan bir gözlemci olarak aynı deneyimleri yaşar ve uzun süreli bastırılmış olanı, bilinç düzlemine çıkarıp ruhsal acılarımızın kökenini görmeyi, donmuş, bloke olmuş duygularımızın yeniden canlanmasını ve akmaya başlamasını sağlar.


NE KAZANDIRIR?
Kişi yaşadığı varoluşunu borçlu olduğu aileye ve geçmişine cesaretle bakarak gerçeği olduğu
hali ile kabul eder; Yaşamla bütünleşir ,uyum ve denge içine girer daha üretken ,sağlıklı,
dingin başarıya götüren güçlü içsel barışa ulaşır.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Benim ve atalarımın tüm zamanlar boyunca sebep olduğumuz bütün acı, isyan ve ağlayış durumlarını, bunlardan arta kalan anıları görüyorum ve onurlandırıyorum, bunlara bağlı geliştirmiş olduğum bütün inanç kalıpları, sabit fikirler, gizli ve açık gündemleri, bunlara sebep olan farkında olduğum olmadığım bütün programlar, başkaları üzerinde yarattığımız etkiler ve başkalarının bizler üzerinde yarattığı etkilerle birlikte, şimdi ve burada katrilyon x katrilyon kez Yaratıcı kaynak'tan gelen ve kalpten akan sevgi, zihinden akan ışıkla yıkayarak yaratılmamış hale getirmeyi seçiyorum. Sevgili anılar ve deneyimler ve bağlı olan her şey, özür diliyorum, lütfen beni bağışlayın, teşekkür ediyorum, sizi seviyorum.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Anne Karnında Başlayan Öğrenilmiş Korkular / Bölüm 1

Her insanın belli bir hayat kalitesi vardır. Bu hayat kalitesinin oranı ise; yaşadığınız hayattan ne kadar keyif aldığınız ve bu hayatın ne kadarını içinize sindirerek yaşadığınızla alakalıdır. . Her anını keyifle, huzurla, kendine güven içerisinde, sevgiyle, her türlü isteğini yerine getirerek yaşayan, kendisiyle ve dolayısıyla çevresiyle barışık, sosyal, aktif bir hayat geçiren bir bireyin hayat kalitesi çok yüksektir. Ama tam aksiyse; her an öfkeli, korku dolu, kendine güvensiz, sevgiyi yaşayamayan ve yaşatamayan bir bireyin ise, hayat kalitesi de bir o kadar düşüktür. İşte bu hayat kalitemizin düşmesine sebep olan ise egolardır.

Ego deyince aklımıza kalıplaşmış bir açıklama gelir. Kendini beğenmiş, ukala insanlara bizler egolu damgasını yapıştırıveririz. Bu da bizim doğru bildiğimiz yanlışlardan biridir. Ego terimi oldukça geniştir ama bir tanesinin varlığı bile insanın mutsuz olmasına büyük bir nedendir. Bunlardan bazıları; kıskançlık, öfke, kırılganlık, saldırganlık, korkular (ölüm korkusu, terk edilme korkusu, yükseklik korkusu, yalnızlık korkusu, kaza yapma korkusu, hastalanma korkusu, başarısızlık korkusu, hırsız korkusu, hayvan korkusu…), güvensizlik, sevgisizlik (kendini sevmeme, sevilmediğini ya da sevilemeyeceğini düşünme), acılarla beslenme, kendine değer vermeme, yargılama, aşağılamadır. Ama tüm bunları tek bir başlıkta toplayacak olursak, tüm egoların kaynağı sevgisizliktir.

Sevginin yeşermediği, daha doğrusu sevgiyle yeşermeyen her birey; kendine güvensiz olur, kendine güveni olmayan birey korkularını oluşturur. Korkularıyla yaşayan birey, kıskanç olur, çabuk kırılır ve incinir. Kırılan, incinen kıskanç bir birey ise saldırganlaşmaya ve ani öfke patlamaları yaşamaya başlar. Eğer ki birey, bu egoların farkında değilse ve böyle davranmayı bir yaşam biçimi haline getirmişse, kendinden oluşan kuşaklara yani çocuklarına da bunları bilinçli ya da bilinçsiz olarak öğretmeye başlar. “öğretmek” kelimesini özellikle, üstüne basa basa vurgulamak istiyorum çünkü egolar sonradan öğrenilmiş olan duygu karmaşalarıdır. Hiçbir birey anne karnına, egolara sahip olarak gelmez. Bu yüzden daha anne karnında başlar tanışıklığımız, sevgisizlikten doğan korkularla, yani egolarla.

Çoğunlukla, ilk, bebeğini dünyaya getirmeye hazırlanan bir anne adayı, kendine olan sevgisinden ödün vermeye başlar. Vücudu değişir, hareketleri kısıtlanır, kendini güzel bulmamaya yani artık aynaya baktığı zaman kendini sevmemeye başlar. Bu sevgisizlik içinde kendine olan güvenini kaybeder ve türlü korkular üretmeye başlar. “Ben bu bebeğe nasıl bakacağım, ya sakat doğarsa, ay niye bugün kıpırdamadı bir sorun mu var, ya düşük yaparsam, ya doğuramazsam, ya eşim artık beğenmezse” gibi düşüncelerden oluşan korkularla, huzursuz geçecek bir hamileliğin temelleri atılmış olur. Bu hamilelik döneminin ilk aylarında, zaten geldiği yeri anlama ve alışma telaşında olan bebeğin karmaşık duygularına, bir de annenin, mutsuz ruh hali eklenince, bebek tümüyle rahatsız olur ve bunu da annesini rahatsız ederek göstermeye başlar.

Anne adayı ise, bebek tarafından verilen bu tepkileri fiziksel problemler olarak hisseder. Anne tüm duygu yoğunluklarını tek başına yaşadığını düşünürken, aslında onunla beraber yol alan, her yiyip içtiğinden olduğu kadar her yaşadığı duygudan da beslenen bebek, tüm bunlardan etkilenir ve anneye sinyaller göndermeye başlar. Anne, ne kadar bu sinyalleri algılayamazsa, bebeğin bu dünya da kalma isteği de aynı oranda azalır. İşte ilk korkular bu devrede oluşur çünkü bebek, annenin mutsuzluğunun kendisinden kaynaklandığını düşünerek, anneyi üzüyor olmaktan korkmaya başlar. Bu da bebekte geldiği yere geri dönme isteği uyandırır ve sağlıksal olarak zayıflar ve bundan doğal olarak etkilenen anne adayı, sorunlar yaşamaya başlar. Ben tüm hamileliği boyunca, karın ağrıları, kramplar, kusmalar, yaşayan hatta doğuma kadar ki olan tüm zamanını hiç hareket etmeden yatarak geçirmek zorunda olan birçok anne adayı tanıdım. Eğer ki anne; bu bebeği tam anlamıyla kabul eder ve o nu hayatına müdahale etme potansiyeli olan bir varlık olarak görmeyi bırakırsa, bebek rahatlar, sevildiğini hisseder ve hayata sıkı sıkı tutunduğu için bu korkusunu atlatır ve anneyi de rahat bırakır.

Zaman ilerledikçe, anneyi olduğu kadar çevresindeki tüm olan biteni ve hatta konuşulanları bile iyice anlamaya başlayan anne karnındaki bebek, annenin hangi durumlardan iyi ya da kötü etkilendiğini, bu durumların ne olduğunu ve annenin bunlara nasıl bir tepki verdiğini ezberler. Fiziksel olarak gelişen bebek, duygularını da oluşturmaya başladığından, annenin tüm mutlu ve mutsuz olduğu durumları kendine mal etmeye, yani, bunu kendine bir yaşam biçimi olarak seçmeye başlar ve bunu kaydeder. Dolayısıyla, ne zaman aynı tip bir olayla karşılaşsa, otomatik olarak öğrendikleri devreye girer, bunları kendi yaşıyormuş gibi algılamaya ve anneden bağımsız olarak, kendine has tepkiler vermeye başlar.

Örneğin; eğer ki bir anne adayının düşük yapma gibi bir korkusu varsa ve başına gelen her olayda bebeğini kaybetme korkusu yaşıyorsa, bebek bunu kaydeder, saklar ve anne adayının başına gelen en ufak bir kazada kendisi düşme korkusu yani ölüm korkusu yaşamaya başlar. İşte bu kaydettiği korkuyla hayata merhaba der ve eğer bunun farkına varmazsa, hayatı boyunca kaza geçirme ya da ölme korkusuyla yaşar. Bir başka örnek daha. Eğer ki anne adayı, hamileliği boyunca kendisiyle yüksek sesle konuşulmasına tepki veriyor ve bundan hoşlanmıyorsa, hatta bundan korkuyorsa; bunu algılayan bebek, duyduğu her yüksek sesten etkilenmeye yani korkmaya başlıyor, bunu kaydediyor ve bu korkuyla dünyaya merhaba diyor. Yine bu bunun farkına varmazsa, kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından hoşlanmıyor, biri yüksek sesle konuştuğu zaman da korkup, bir kenara siniyor. Çünkü tüm bunları anne karnındayken öğrendi, kaydetti, kendine mal etti ve yaşamaya başladı.

Anne karnında öğrenilen tüm duygular gelecekteki yaşam kalitemizi belirleyen ana kıstaslardır. Sevgisizlikten doğan korkular başka korkuları da kendine çeker ve yeni korkular oluşturur. Anne adaylarının öğrettiği tüm korkular, bilinçsizce, çocuğuna aktardıklarıdır. Serinin ikinci bölümünde ise, doğumdan sonraki yaşantımızda bize bilinçli olarak öğretilmiş olan egoları paylaşacağız.

Hepimizin yolu sevgiyle açık olsun.

4 Aralık 2014 Perşembe

Korku Mantıktan Daha Güçlüdür

Yediğimiz yemek, içtiğimiz su, tükettiğimiz ürünlerin hepsi hakkında türlü çeşitli söylentiler var. Kimi kanser yapıyor kimi hızlı yaşlandırıyor; bazıları hafıza kaybına neden oluyor bazıları saç döküyor… Ne yiyip içeceğimizi, ne kullanacağımızı bilemez olduk. Üstelik uzmanlar da hem fikir değiller, birinin dediğini diğeri reddediyor. Gazetelerde bir gün bir sebzenin ne kadar yararlı olduğu hakkında bir haberin üzerinden birkaç gün geçmeden bir başka gazetede aynı sebzenin fazla tüketilmesinin insana verdiği zararları okuyoruz.
Bir de bunların üstüne her gün televizyonda izlediğimiz, savaş, terör, trafik kazaları, deprem, su baskını gibi haberleri eklersek ne kadar büyük bir “korku imparatorluğunda” yaşadığımız çıkar ortaya.
Aslında o kadar çok “korku” haberi var ki bunların hepsine kendimizi kaptırırsak akıl sağlığımızı kaybedebiliriz.
Faith Popcorn’un meşhur ettiği “kozalanma” (cooconing) trendi yani insanların sadece dinlenmek için değil, eğlenmek, sosyalleşmek için de evlerinde daha çok zaman geçirmesi, sokağın korkuttuğu ülkelerde yükselmiş bir trenddir. Faith Popcorn’a göre insanlar dış dünyayı korkutucu bir yer olarak algıladıkları zaman aynen bir kozaya kapanır gibi evlerine kapanırlar. Sosyalleşmeyi kozalarının içinde yaparlar hatta mümkünse işlerini bile evlerinden yaparlar.
İnsanları korkutmak etkili bir ikna tekniğidir. “Yapay tatlandırıcıları kullanmak kansere neden olur.” ya da “Çamaşır makinesine kireç çözücü koymazsan makine bozulur.” tarzında korku mesajları hemen fark edilir.
Korku yeni pazarlar oluşturur ve mevcut pazarları büyütür. Domuz gribi, Sars virüsü gibi salgın tehditleri olmasaydı, muhtemelen antibakteriyel el temizleme jelleriyle tanışmış olmayacaktık.
korku-mantiktan-daha-1
Korku aynı zamanda “suçluluk duygusunu” da harekete geçirir. İncelikli bir şekilde iç içe örülen korku ve suçluluk duygusu satışları artırır. İnsanlara bir ürününü kullanmadıkları takdirde başlarına neler geleceğini ya da neler kaçıracaklarını göstermek onların satın alma kararını etkiler.
Sağlığımıza olası bir tehdidin “fikri” bile suçluluk duygusu yaratır. “Sabahları kalkar kalmaz bir bardak limonlu su içmek lazım; aksi takdirde sindirim sistemi iyi çalışmaz!” gibi bir duyumu ciddiye alıp da ertesi sabah limonlu su içmemek insanda bir eksiklik hatta suçluluk duygusu uyandırabilir.
Korku karmaşık ve ilginç bir duygudur. Bazıları korku filmleri izlemekten zevk alır. Stephan King‘i tüm zamanların en fazla satan yazarı yapan da Alfred Hitchcock’u meşhur eden de korkunun bu karşı koyulamaz doğasıdır. Tehlikeli sporlarla uğraşanlar, bu sporları korkunun salgılattığı adrenalin uğruna yaparlar. Adrenalin bağımlılığı bu hazdan ötürü gelişir. Küçük yaştaki çocuklar bile korku oyunlarından zevk alırlar.
Peki, korku salarak pazarlama yapmak ne kadar etik bir davranıştır?
Hiç kuşkusuz uydurma nedenlerle bir ürünü ya da hizmeti korku salarak pazarlamanın etikle ilgisi yoktur.
İnsanları kaygıya sürükleyen, endişe, dehşet ve panik yaratan pazarlama yöntemlerini hiçbir sebep meşrulaştıramaz. Bu sebeple ben ne kadar etkili olursa  olsun “yapay korku” içeren pazarlama stratejilerinin hepsini reddediyorum.
Ancak işin şurası da bir gerçek ki dünya toz pembe değil. Eğer tehlikelere karşı sağlıklı bir “korku” yaşamazsak hiçbir tedbir almaz, harekete geçmez; sadece başımıza bir şey gelmemesini dilemekle yetiniriz.
New York Üniversitesi sinir bilim merkezinden profesör Joseph LeDoux “korkmanın nasıl bir şey olduğunu bilerek doğduğumuzu, beynimizin doğayla baş edecek şekilde evrim geçirmiş olduğunu” söyler.
Dozunda bir korku sağlıklıdır; bize içgüdülerimizi dinleme imkanı sağlar. Korku, felç edecek boyutlarda olmadığı sürece, bizi motive eder. Daha fazla çaba göstermeyi, tüm seçenekleri sonuna kadar zorlamayı getirir; bütün kabiliyetlerimizi ve potansiyelimizi içinde bulunduğumuz ana odaklar ve bizi hedefe ulaştırır.
Korku, karşılaşacağımız olası tehlikelere karşı bizi uyaran içsel bir mekanizmadır. Araba kullanırken her şeye dikkat etmemiz, sürekli değişen yol koşullarına odaklanmamız “korku” duygumuzdandır.
Hiç korkusuz olup da hayatta kalmanın yolu yoktur. Korku, tehlikelerle baş etmemizi sağlayan, bize enerji veren bir duygudur. Sosyal bilimci Karla McLaren sağlıklı bir dozda korkunun, “bedenimize, zihnimize, duygularımıza hükmeden zekâ” olduğunu söyler. Eminim sizin hayatınızda da içgüdüsel bir manevrayla kendinizi ya da sevdiklerinizi olası bir kazadan kurtardığınız anlar olmuştur. Korku, hayatta kalmak (survival) için olmazsa olmazdır.
Yapay nedenlere dayalı korku salmak siyasi olarak da önemli bir propaganda (kara propaganda) tekniğidir. Bir propaganda aracı olarak spakülatif korkular toplumun her kademesine içten içe yayılır ve bu korkulardan “halkı” koruyacak tek güç olarak bir siyasi parti veya kurum adres olarak gösterilir. Tarih, iktidarlarını böyle sürdüren kötü liderlerle doludur.
korku-mantiktan-daha-2
Ben, içinde belirli miktarda korku ama özünde umut ve olumlu motivasyonlar barındıran bir iletişimin meşru olduğunu düşünüyorum. Pozitif sonuçlara daha çok vurgu yapan ve abartılı bir dozda kullanılmayan korkunun sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Eylemsizlik durumunda başa gelmesi muhtemel, istenilmeyen sonuçların varlığını gösteren korkunun iletişimde kullanılması, bence stratejik ve etik olarak doğru bir yoldur.
Diğer taraftan, amacını aşan, işi ürkütmeye ve sindirmeye vardıran, tehdit içeren, psikolojik baskı yapan korku yöntemlerini ise ahlaksızlık olarak değerlendiriyorum. İster oy almak için siyasete isterse dikkat çekici reklam yapmak için pazarlamada kullanılsın, etik sınırların dışına çıkan korku  tekniğini çok seviyesiz buluyorum.
Çoğu zaman korku bizi doğru bir şeklide bilgilendiren ve uyaran bir duygudur. Korku duyduğumuz durumda içinde bulunduğumuz koşullara tam anlamıyla uyum sağlar ve herkesi (kendimizi bile) şaşırtan bir sağduyuyla yapılması gerekeni yaparız.
Gereksiz yere korku duymak ise bu durumun tam tersidir. Uzmanların “anksiyete” yani gereksiz endişe, kaygı olarak tarif ettiği şey ise ihtiyaç duyulan zamanda değil, ortada bir sebep yokken, kuruntularla tetiklenen bir korku türüdür. İnsanı sağlıklı karar almaktan uzaklaştırır.
Ama haklı nedenlerle duyduğumuz korku mantıktan çok daha güçlüdür.
Felaket tellallığı yapmadan, insanları olumlu bir şekilde harekete geçiren daha da önemlisi onları hayatlarına ve sevdiklerine karşı daha özenli olmaya yönlendiren makul dozda korku motifleri kullanmak, hem siyasette hem de pazarlamada çok etkili bir iletişim stratejisidir.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Ah Şu Anne Babalar!

family4
Anne babanızı çok mu seviyorsunuz? Onlar için her şeyi yapar mısınız? Hatta artık onların annesi babası oldunuz ve bundan gurur mu duyuyorsunuz?
Yoksa, onları bir türlü affetmiyor? Onların reddediyor? Hatta onlardan utanıyor musunuz?
Belki de bu uçları sadece belli dönemlerde yaşıyorsunuz. Ne olursa olsun şu gerçekle yüzleşmek durumundayız:
İstesek de istemesek de ait olduğumuz aile sisteminin ayrılmaz bir parçasıyız.
Çocukluk dönemlerinde bir çocuk için anne babalar onun Tanrısı gibidir, hatta bebekler belli bir döneme kadar anneden farklı bir bedene sahip olduklarını bile anlamazlar. Bu da iki temel tepkiye yol açar: Ya ailemiz için bir şeyler yapmak ya da onlar gibi yapmak! Bu bazen yüzeyde tam tersi gibi gözükse de bilinçaltından tamamen bu şekildedir.
Osho’nun dediği gibi,
“Varlığınızın yarısı annenizden, yarısı babanızdan oluşur.”
Aile ya tüm acıların kaynağı ya da sağlıklı bir toplumun temeli olarak tanımlanır.
family5
Aile diziminde görüyoruz ki, yoktan var olmuş, soyutlanmış bireyler değiliz. Psikologların bire bir terapileri bireyi tek başına ele alır. Aile dizimi ise bütüne bakar. Her birimiz, ailemiz ve tanımasak da atalarımıza bağlantılıyız. Aile dizimi ile bunu deneyeleyim, sıra dışı bir farkındalığa kavuşabilirsiniz.
Aile dizimi ile, yaşamamızda duygusal ya da işlevsel zorluğa sebep olan her şeye bakabiliriz. Bu psikolojik zorlukların çoğu alemizle ilgili çözümlenmemiş bir sorunla ilgilidir. Aile dizimi tek bir seanstan oluşur. Seanstan sonra yapması gereken bir çalışma yoktur. Seansın etkileri sistemde etkisini göstermeye başlar. İlgili kişilerin bundan haber olmasa da anlayışımızındaki değişim sisteme şifa getirir.
Bu farkındalık ve anlayışla, bakış açılarımız değişir, tutunduğum temel inançlardan kurtulabiliriz. Daha doğal, daha özgür ve daha kendiniz oldukça hayatın akışı sizin lehinize çalışmaya başlar.
Aile konstelasyonu ile keşfet, farkına var ve hayatını kucakla!