30 Temmuz 2014 Çarşamba

Anne Karnından Sonra Devam Eden Öğretilmiş Korkular / Bölüm 2

Bizler yıllarca, birçok şeyden korkmaya programlanmış birer robot gibi büyütüldük. Büyüklerimiz yapmamızı istemedikleri her şeyi, korkutarak durdurma yolunu bulmuşlardı.


Kendiniz gibi bir çocuk yaratmak. Benim anlatmak isteğim konu da işte tam olarak bu. Eğer ki çocuğunuz varsa; aşağıda okuyacaklarınızı önyargısız olarak okumanızı, eğer ki henüz bir meleğiniz yoksa kendi çocukluğunuzu gözden geçirerek okumanızı rica ediyorum. Siz çocuğunuzu ne kadar bağımsız bir birey olarak yetiştirebiliyorsunuz? Ya da siz ne kadar bağımsız bir birey olarak yetiştirildiniz! Ve en önemli soru; SİZ ÇOCUĞUNUZU, YETİŞTİRİLİŞ TARZINIZA GÖRE Mİ YETİŞTİRMEYİ PLANLIYORSUNUZ?

Bizler yıllarca, birçok şeyden korkmaya programlanmış birer robot gibi büyütüldük. Büyüklerimiz yapmamızı istemedikleri her şeyi, korkutarak durdurma yolunu bulmuşlardı. İşte nesilden nesle devam eden bu davranış biçimi öğretilmişlik bakımından bilinçli ama sonunun ne olacağı düşünülmediği için de bilinçsizce yapılan otokontrol yöntemidir. İplerin ebeveynin elinde olduğunu kanıtlamak ya da anı kurtarmak amacıyla ortalığa savrulmuş olan ama ileride de büyük sorunlar yaratan, yine ebeveynlerimize ait olan korku otokontrolleri…
İşte ana başlıklarıyla; hayat kalitemizi düşürüp, bizi biz olmaktan çıkaran korkularımız:

Sevgi üstüne yapılan korkutmalar
Hani çoğumuzun dilindedir ya da mutlaka anne ve babamızdan duymuşuzdur; "Çocuğum yemeğini ye yoksa seni sevmem", ya da "Uslu durmazsan senin yerine komşunun çocuğunu severim", ya da "Sen beni dinlemiyorsun, ben de artık seni sevmeyeceğim"...
Ne hazindir ki, çocukken sevgiyi kaybetmekten korkmaya ve sevgiyi hak etmek gerekliliğine inanamaya programlanan çocuk, ileri de bunu bir hayat biçimi olarak kabul edip; hırslı, kıskanç, şüpheci bir insan olup çıkıyor.
Hayata ve insanlara olan güvenini kaybettiği gibi; kendisine olan güvenini de yitiriyor. Ve yine hayata ve insanlara hep şüpheli gözlerle bakıp, hep aldatılabileceğini düşünüp, sürekli gardını almış, tetikte bekleyerek ilerlemeye çalışıyor. Hep aşırı uçlarda yaşamayı bir tercih olarak seçiyor. Ya pasif, kırılgan, hakkını savunmayı bir kenara bırakın kendi adına cümleler bile kuramayan bir birey oluyor ya da istediği şeyleri elde etmek için anlam veremediği bir hırsla savaşıp duran, kaybetmeyi hazmedemeyen, daima kendini kanıtlamak zorunda hisseden bir birey oluyor.
Ne yazık ki; iki sonuç da insanı mutlu eden, hayat kalitesini yüksek tutan kıstaslar değil. Sayacaklarım arasında en tehlikeli silah; işte budur. SEVGİ ÜZERİNE YAPILAN KORKUTMALAR. Bizler, daha çocuklarımıza sevgiyi doyasıya yaşama hakkını tanımadan, onlara sevginin bir alışveriş unsuru olduğunu öğretip, verdiğin kadarını alabilirsin felsefesini aşılıyoruz. Ama unuttuğumuz ya da atladığımız bir şey var ki; karşılık beklemeden verdikçe çoğalan tek şey SEVGİDİR.

Allah üzerine yapılan korkutmalar

Her şeyin altında yatan olduğu gibi bunun altında da aslında sevgiyle yapılan korkutma var. Ama içeriği biraz farklı, çünkü burada, sevmemiz gereken bir şeyden korkmayı öğreniyoruz. Çünkü daha çocuklarımıza Allah ı anlatmadan, O’nu, bir korku unsuru olarak tanıtıyoruz. Size bu konuyu daha anlaşılır kılmak adına bizzat yaşadığım ve açıkçası oldukça ürktüğüm bir konuyu anlatmak istiyorum. Oğlumla beraber evimizin hemen yanındaki çocuk parkına gittiğimiz de, oldukça bitap haldeki bir köpek yavrusunun kaydırağın üzerinde bitkin bir halde yattığını gördük. Oğlumun da bu durum, hemen dikkatini çekti ve ona yaklaşıp sevmek istediğinde ne yazık ki köpek korktu ve kaçtı.

Oğlum bu duruma üzüldü ama oyun oynama aşkı ağır bastığı için, kaydırağın tepesine çıkmaktan kendini alamadı ve tam kaymak üzereyken, orada oynayan bir çocuk oğlumu durdurdu ve kaymaması gerektiğini söyledi. Neden olduğunu sorduğumda da bana; “Orada köpek yattı, köpeğin olduğu yerden kaymak günahtır, Allah oğlunu çarpar” dedi. Bir an dehşete düştüm ve bunu nereden bildiğini sordum, bana annesinin söylediğini, Allah ı kızdırmamamız gerektiğini yoksa yüzümüzün eciş bücüş olabileceğini ve bunları da, bizim değil de kendisinin biliyor olmasının verdiği bir gururla, uzun uzun anlattı. O anlattı ben daha çok dehşete düştüm. Ve ben ne kadar, tersini anlatmaya çalışsam da beni dinlemeyeceğini fark ettim ve her şeyini oluruna bıraktım. Çünkü bu şahit olduğum ilk olay değildi.

Bizler, Allah'ı o kadar uzak ve korkulması gereken bir varlık olarak aşılıyoruz ki çocuklarımıza, neyi seveceklerini ve korkutuldukları şeyi sevip sevemeyecekleri konusunda büyük karmaşmalar yaşıyorlar. Bu nedenle de Allah’ a ne hissedeceğini bilmeyen, sonunda da isyankâr bir nesil yaratıyoruz. Bizlere, başımıza gelen her olayın Allah’ın takdiri olduğu öğretiliyor. İyi bir insan olursak, ebeveynlerimizin dediklerine göre hareket edersek Allah tarafından ödüllendirileceğimiz aksi takdirde cezalardan ceza beğenmemiz gerektiğine inandırılıyoruz. Neden çocuklarımıza Allah’ın güzelliklerini anlatmadan önce, cezalandırıcı, korkulası bir varlık olarak tanıtıyoruz! Neden sevmemiz gereken bir şeyden korkmamayı değil de; korktuğumuz şeyi aslında sevmediğimizi anlatmıyoruz! Korku, sevgiyle asla eşdeğer değildir.
Gelecek üzerine yapılan korkutmalar

“Derslerinde başarılı ol yoksa ileride sürünürsün, iyi bir tahsil yapıp şu mesleği seç yoksa aç kalırsın”… Nasıl bu sözler size de tanıdık geldi mi! O kadar çok gelecek korkusu aşılıyoruz ki çocuklarımıza, onlara sormak ya da araştırmak dahi aklımıza gelmiyor; “ÇOCUĞUM HANGİ MESLEĞİ SEÇERSEN MUTLU OLURSUN YA DA HANGİ YETENEĞİNİ GELİŞTİRİP BUNU MESLEĞİN OLARAK SEÇMEK İSTERSİN” diye. Şu anda bulunduğu mevkiden hiç de mutlu olmayan ama sırf aç kalmamak için ( ailelerine göre) istemeye istemeye işyerine gidip, çalışmak için çabalayan, ruh sağlığı bozuk, o kadar çok insan var ki! Belki siz de, bunlardan birisiniz. Gelecekten korkmamız gerektiği ve bizim isteklerimizin hiç de önemli olmadığı öğretildi bizlere. Sevmeden yapılan bir işin, severek yapılan bir işten daha başarı kazandıracağı nereden geldi insanların aklına bilemiyorum ama sevilerek yapılan bir mesleğin sağladığı başarının daha tatmin edici ve kalıcı olduğunun anlaşılmasını diliyorum. Nesillerdir, çocuklarımızın üzerine bir beden küçük ve üstelik de hiç tarzları olmayan bir kıyafeti, durmadan ite kaka giydirmeye çalışıyoruz. Üstlerine olmayınca da, ya orasından ya burasın patlayıveriyor. Sonucunda da; ne giydiğinden, ne de giydikten sonraki görüntüsünden hoşnut olan, durmadan gelecek korkusuyla, hayatın tüm güzelliklerini kaçıran; mutsuz, huzursuz, öfkeli bir birey yaratıyoruz.
Terk edilme ve yalnız kalma üzerine korkular
“Tamam, gelmiyor musun benimle, kal o zaman burada, ben giderim seni de almam yanıma, görürsün gününü, tek başına. Karanlıkta öcüler gelir, yer seni”, “ sen iyice yaramaz oldun, sen benim çocuğum olma artık, ben Ahmet i çocuğum yapacağım, sen de git sokak da yat, seni istemiyorum ” bu iki cümlenin de söylendiği çocuğun yüz ifadesine şahit oldum. Ve bir daha da şahit olmamayı diledim. Çünkü hiç bu kadar korku dolu gözler görmemiştim hayatımda. O an kendimi, o çocukların yerine koydum ve kendimi hiç bu kadar; çaresiz, savunmasız ve ezik hissetmediğimi gördüm. Bir çocuğun hayal gücüyle oynamak çok kolaydır. Çünkü bunu yaratan ve çocuğa sunan sizsiniz. Oyunun kurallarını bilen ve öğreten de sizsiniz. Siz ne kadar yalnızlık aşılarsanız çocuğa; çocuk da büyüdüğün de bir o kadar; çevresinde insanları tutmak için; kendini önemsemeyen silik bir kişilik olacaktır. Hiçbir zaman kendine ait fikirler üretemeyen, kim ne derse boyun eğen, isteklerini yapamayan, kendine ait değer yargıları bile bulunmayan hatta kendisi için değil sürekli başkaları için yaşayan bir birey olacaktır.

Kısaca ana başlıklarıyla korkuları anlatmaya çalıştım. Daha anlatamadığım birçokları var daha, inanın. Belki bu konuyla ilgili en az iki yazı daha çıkarılabilecek kadar ileri gidilebilir. Ama eğer ki amaç bir adım atmaksa ve dur diyebilme gücünü hissedebilmekse içinizde; şunları lütfen unutmayın;
Çocuk büyütürken korkutma yöntemini kullanmak, ASLA AMA ASLA sağlıklı bir yöntem değildir.
Sevilen bir şeyden korkulmaz ya da korktuğumuz şeyi aslında bizler sevmiyoruz…

Çocuklarımıza aşıladıklarımız aslında kendi korkularımız. Bunları bir koz olarak görüyoruz ve onların hayatlarına en büyük müdahaleleri yapıyoruz. Onlara “O” olma hakkını tanımıyoruz.

Ve en vahim olanı da aslında; bize öğretilenleri biz de kendi çocuklarımıza öğretiyoruz ve buna DUR demiyoruz. Çünkü korkutmak kolayımıza geliyor. Dilerim siz, “siz” olmayı seçip, çocuklarınıza da “o” olma hakkını vermeyi seçenlerden olursunuz.

Anne Karnında Başlayan Öğrenilmiş Korkular / Bölüm 1

Her insanın belli bir hayat kalitesi vardır. Bu hayat kalitesinin oranı ise; yaşadığınız hayattan ne kadar keyif aldığınız ve bu hayatın ne kadarını içinize sindirerek yaşadığınızla alakalıdır. . Her anını keyifle, huzurla, kendine güven içerisinde, sevgiyle, her türlü isteğini yerine getirerek yaşayan, kendisiyle ve dolayısıyla çevresiyle barışık, sosyal, aktif bir hayat geçiren bir bireyin hayat kalitesi çok yüksektir. Ama tam aksiyse; her an öfkeli, korku dolu, kendine güvensiz, sevgiyi yaşayamayan ve yaşatamayan bir bireyin ise, hayat kalitesi de bir o kadar düşüktür. İşte bu hayat kalitemizin düşmesine sebep olan ise egolardır.

Ego deyince aklımıza kalıplaşmış bir açıklama gelir. Kendini beğenmiş, ukala insanlara bizler egolu damgasını yapıştırıveririz. Bu da bizim doğru bildiğimiz yanlışlardan biridir. Ego terimi oldukça geniştir ama bir tanesinin varlığı bile insanın mutsuz olmasına büyük bir nedendir. Bunlardan bazıları; kıskançlık, öfke, kırılganlık, saldırganlık, korkular (ölüm korkusu, terk edilme korkusu, yükseklik korkusu, yalnızlık korkusu, kaza yapma korkusu, hastalanma korkusu, başarısızlık korkusu, hırsız korkusu, hayvan korkusu…), güvensizlik, sevgisizlik (kendini sevmeme, sevilmediğini ya da sevilemeyeceğini düşünme), acılarla beslenme, kendine değer vermeme, yargılama, aşağılamadır. Ama tüm bunları tek bir başlıkta toplayacak olursak, tüm egoların kaynağı sevgisizliktir.

Sevginin yeşermediği, daha doğrusu sevgiyle yeşermeyen her birey; kendine güvensiz olur, kendine güveni olmayan birey korkularını oluşturur. Korkularıyla yaşayan birey, kıskanç olur, çabuk kırılır ve incinir. Kırılan, incinen kıskanç bir birey ise saldırganlaşmaya ve ani öfke patlamaları yaşamaya başlar. Eğer ki birey, bu egoların farkında değilse ve böyle davranmayı bir yaşam biçimi haline getirmişse, kendinden oluşan kuşaklara yani çocuklarına da bunları bilinçli ya da bilinçsiz olarak öğretmeye başlar. “öğretmek” kelimesini özellikle, üstüne basa basa vurgulamak istiyorum çünkü egolar sonradan öğrenilmiş olan duygu karmaşalarıdır. Hiçbir birey anne karnına, egolara sahip olarak gelmez. Bu yüzden daha anne karnında başlar tanışıklığımız, sevgisizlikten doğan korkularla, yani egolarla.

Çoğunlukla, ilk, bebeğini dünyaya getirmeye hazırlanan bir anne adayı, kendine olan sevgisinden ödün vermeye başlar. Vücudu değişir, hareketleri kısıtlanır, kendini güzel bulmamaya yani artık aynaya baktığı zaman kendini sevmemeye başlar. Bu sevgisizlik içinde kendine olan güvenini kaybeder ve türlü korkular üretmeye başlar. “Ben bu bebeğe nasıl bakacağım, ya sakat doğarsa, ay niye bugün kıpırdamadı bir sorun mu var, ya düşük yaparsam, ya doğuramazsam, ya eşim artık beğenmezse” gibi düşüncelerden oluşan korkularla, huzursuz geçecek bir hamileliğin temelleri atılmış olur. Bu hamilelik döneminin ilk aylarında, zaten geldiği yeri anlama ve alışma telaşında olan bebeğin karmaşık duygularına, bir de annenin, mutsuz ruh hali eklenince, bebek tümüyle rahatsız olur ve bunu da annesini rahatsız ederek göstermeye başlar.

Anne adayı ise, bebek tarafından verilen bu tepkileri fiziksel problemler olarak hisseder. Anne tüm duygu yoğunluklarını tek başına yaşadığını düşünürken, aslında onunla beraber yol alan, her yiyip içtiğinden olduğu kadar her yaşadığı duygudan da beslenen bebek, tüm bunlardan etkilenir ve anneye sinyaller göndermeye başlar. Anne, ne kadar bu sinyalleri algılayamazsa, bebeğin bu dünya da kalma isteği de aynı oranda azalır. İşte ilk korkular bu devrede oluşur çünkü bebek, annenin mutsuzluğunun kendisinden kaynaklandığını düşünerek, anneyi üzüyor olmaktan korkmaya başlar. Bu da bebekte geldiği yere geri dönme isteği uyandırır ve sağlıksal olarak zayıflar ve bundan doğal olarak etkilenen anne adayı, sorunlar yaşamaya başlar. Ben tüm hamileliği boyunca, karın ağrıları, kramplar, kusmalar, yaşayan hatta doğuma kadar ki olan tüm zamanını hiç hareket etmeden yatarak geçirmek zorunda olan birçok anne adayı tanıdım. Eğer ki anne; bu bebeği tam anlamıyla kabul eder ve o nu hayatına müdahale etme potansiyeli olan bir varlık olarak görmeyi bırakırsa, bebek rahatlar, sevildiğini hisseder ve hayata sıkı sıkı tutunduğu için bu korkusunu atlatır ve anneyi de rahat bırakır.

Zaman ilerledikçe, anneyi olduğu kadar çevresindeki tüm olan biteni ve hatta konuşulanları bile iyice anlamaya başlayan anne karnındaki bebek, annenin hangi durumlardan iyi ya da kötü etkilendiğini, bu durumların ne olduğunu ve annenin bunlara nasıl bir tepki verdiğini ezberler. Fiziksel olarak gelişen bebek, duygularını da oluşturmaya başladığından, annenin tüm mutlu ve mutsuz olduğu durumları kendine mal etmeye, yani, bunu kendine bir yaşam biçimi olarak seçmeye başlar ve bunu kaydeder. Dolayısıyla, ne zaman aynı tip bir olayla karşılaşsa, otomatik olarak öğrendikleri devreye girer, bunları kendi yaşıyormuş gibi algılamaya ve anneden bağımsız olarak, kendine has tepkiler vermeye başlar.

Örneğin; eğer ki bir anne adayının düşük yapma gibi bir korkusu varsa ve başına gelen her olayda bebeğini kaybetme korkusu yaşıyorsa, bebek bunu kaydeder, saklar ve anne adayının başına gelen en ufak bir kazada kendisi düşme korkusu yani ölüm korkusu yaşamaya başlar. İşte bu kaydettiği korkuyla hayata merhaba der ve eğer bunun farkına varmazsa, hayatı boyunca kaza geçirme ya da ölme korkusuyla yaşar. Bir başka örnek daha. Eğer ki anne adayı, hamileliği boyunca kendisiyle yüksek sesle konuşulmasına tepki veriyor ve bundan hoşlanmıyorsa, hatta bundan korkuyorsa; bunu algılayan bebek, duyduğu her yüksek sesten etkilenmeye yani korkmaya başlıyor, bunu kaydediyor ve bu korkuyla dünyaya merhaba diyor. Yine bu bunun farkına varmazsa, kendisiyle yüksek sesle konuşulmasından hoşlanmıyor, biri yüksek sesle konuştuğu zaman da korkup, bir kenara siniyor. Çünkü tüm bunları anne karnındayken öğrendi, kaydetti, kendine mal etti ve yaşamaya başladı.

Anne karnında öğrenilen tüm duygular gelecekteki yaşam kalitemizi belirleyen ana kıstaslardır. Sevgisizlikten doğan korkular başka korkuları da kendine çeker ve yeni korkular oluşturur. Anne adaylarının öğrettiği tüm korkular, bilinçsizce, çocuğuna aktardıklarıdır. Serinin ikinci bölümünde ise, doğumdan sonraki yaşantımızda bize bilinçli olarak öğretilmiş olan egoları paylaşacağız.

Hepimizin yolu sevgiyle açık olsun.

Yazar: Burcu Akar
Kaynak: http://www.indigodergisi.com/burcu_20.htm