21 Mart 2014 Cuma

Yaşadıklarım gerçek mi?


Bundan binlerce yıl önce Toltekler Güney Meksika’da “Bilgi sahibi kadın ve erkekler”olarak tanınırlardı. Antropologlar onlardan bir ulus ya da ırk olarak bahsetse de Toltekler aslında kadim insanların ruhani bilgi ve uygulamalarını araştırıp muhafaza eden bilim insanlarıyla sanatçılardan oluşan bir toplum idi. Usta (Nagual) ve öğrenciler Mexico City dışındaki Teotihuacan adlı antik şehrin piramitlerinde bir araya gelirlerdi. Bin yıllar boyunca nagual’lar atalarından gelen bilgeliği gizleyerek varlığını örtbas etmek zorunda kalmışlardır.
Doğduğunuz andan itibaren dünyaya bir mesaj iletirsiniz. Bu mesaj nedir? Mesaj çocuktur, yani sizsiniz. Bedeninizdeki her hücre zeki, eksiksiz ve neyse o olmaya programlanmış kendi başına birer evrendir. Siz her ne iseniz o olmaya programlanmış durumdasınız ve zihninizin kim olduğunuzu sandığı bu program açısından fark etmez. Program düşünen zihinde değildir. Bedende DNA dediğimiz yerdedir ve başlangıçta siz onun bilgeliğini içgüdüsel olarak izlersiniz. Küçücük bir çocuk olarak ne zaman neyi sevip sevmediğinizi bilirsiniz. Sevdiğinizi izler sevmediklerinizden uzak durmaya çalışırsınız. İzlediğiniz içgüdüler sizi hayattan zevk almaya , oynamaya, sevmeye, ihtiyaçlarınızı karşılamaya yönlendirir.
Peki sonra ne olur?
Bedeniniz gelişmeye, zihniniz olgunlaşmaya başladıkça siz de mesajınızı iletmek için semboller kullanmaya başlarsınız.
Şimdi öğrendiğimiz semboller kendi kendilerine dikkatimizi yakalıyor. Artık bildiklerimiz bizimle konuşmaktadır ve biz de bilgimizin söylediklerini dinleriz. Ben buna bilginin sesi diyorum; çünkü bilgi kafamızda konuşur. Çoğu zaman o sesi farklı tonlarda işitiriz; annemizin, babamızın, kız ve erkek kardeşlerimizin hiç durmadan konuşan sesidir bu. Gerçek değildir, biz yaratmışızdır onu. Ama gerçekliğine inanırız. Çünkü inancımızın gücüyle ona hayat veririz. Bu da demektir ki, onun her dediğine kuşku duymadan inanırız. Çevremizdeki insanların görüşleri zihnimizi ele geçirdiğinde böyle olur. 
Herkesin bizimle ilgili bir görüşü vardır, ne olduğumuzu bize onlar söyler. Küçükken ne olduğumuzu bilmeyiz. Kendimizi ancak bir aynadan görebiliriz, o ayna da çevremizdeki insanlardır. Annemiz “şöylesin” der, ona inanırız. Onun dedikleri babamız veya diğer kardeşlerimizin dediklerinden başkadır ama olsun, onlarla da aynı fikirdeyizdir. İnsanların dış görünüşümüz hakkındaki fikirleri, özellikle çocukluğumuzda çok doğru gelir. Ailemizin, öğretmenlerimizin, okuldaki bizden büyük çocukların bütün fikirlerini dinleriz. O aynalarda imgemizi görür, öyle olduğumuzu kabul ederiz ve kabullenmemizle birlikte, o görüş inanç sistemimizin parçası haline gelir. Azar azar, tüm o görüşler davranışlarımızı meydana getirir ve zihnimizde başkalarının sözlerine göre kendi imgemizi oluştururuz.: Güzelim, pek güzel değilim; akıllıyım, o kadar da akıllı değilim; hep kazanırım; hep kaybederim. Şu işi iyi yaparım, o işi yapamam . Bir noktada ana baba ve öğretmenlerimizin , din ve toplumun tüm o kanıları sonucunda kabul edilmek için belli bir biçime girmemiz gerektiğine bizi inandırır.
Bize nasıl olmamız, görünmemiz, davranmamız gerektiğini onlar söyler. Şöyle olmalıyım, böyle olmamalıyım; olduğumuz gibi kabul görmediğimizden , olmadığımız gibi davranırız. Reddedilme korkusu yeterince iyi olmama korkusuna dönüşür ve kusursuzluk adını verdiğimiz bir şeyin arayışına girişiriz. Bu arayışta, kusursuzluğun, olmayı dilediğimiz ama olmadığımızı bildiğimiz halin bir imgesini oluşturur sonra da kendimizi yargılamaya başlarız. Kendimizden hoşlanmayız ve “Bak ne salaksın; ne çirkinsin. Ne şişko, ne kısa, ne zayıf, ne aptalsın” diye kendi kendimizle konuşuruz. İşte dram burada başlar çünkü semboller bize karşı gelmektedir. O sembolleri kendimizi dışlamak için öğrendiğimizi farketmeyiz bile.
Evcilleşmeden önce, ne olduğumuzu, nasıl göründüğümüzü hiç umursamayız. Araştırmaya, yaratıcılığımızı ifadeye, zevke yaklaşıp acıdan kaçınmaya yatkınızdır. Çocuklukta özgür ve vahşiyizdir; kendimizden utanç duymadan ve kendimizi yargılamadan çırılçıplak koşarız. Doğruyu söyleriz çünkü gerçekte yaşarız. Dikkatimiz andadır: Gelecekten korkmaz, geçmişten utanmayız. Evcilleştirildikten sonra herkes için iyi olmaya çalışırız ama artık kendimiz için yeterince iyi değilizdir çünkü asla kendi kusursuz imgemize layık olacak biçimde yaşayamayız.
Tüm normal insalcıl eğilimlerimiz evcilleşme sürecinde yok olmuştur ve biz kaybettiğimizi aramaya koyuluruz. Özgürlüğün peşine düşeriz çünkü gerçek halimizi yaşama özgürlüğüne sahip değilizdir, mutluluğu ararız çünkü artık mutlu değilizdir; güzelliği aramaya başlarız çünkü artık güzel olduğumuza inanmayız.
Büyümeye devam ederiz. Bedenimiz ergenlik çağında hormonlar dediğimiz salgıları üretmek üzere programlanmıştır. O artık çocuk olmaktan çıkmıştır. Eski yaşam tarzımıza uyum sağlayamayız. Ana babamızdan neyi yapıp neyi yapmayacağımıza dair sözler işitmek istemeyiz. Özgürlüğümüzü isteriz. Kendimiz olmak isteriz. Öte yandan kendimiz olmaktan korkarız. Yeniyetme çağında artık kimsenin bizi evcilleştirmesine gerek kalmamıştır.Biz zaten kendimizi yargılamayı, cezalandırmayı ve ödüllendirmeyi öğrenmişizdir. Dünyanın kimi bölgelerindeki insanlara bu evcilleşme daha kolay kimi yerlerindekilere daha zor gelebilir. Ancak hiçbirimizin bu evcilleştirmeden akçma şansı yoktur. Hiçbirimizin.
Nihayet beden olgunlaşır ve her şey yeniden değişir. Bir kez daha bir arayış içine gireriz ancak şimdi giderek daha çok aradığımız, kendi benliğimizdir. Sevgiyi ararız çünkü onun dışımızda bir yerlerde olduğuna inanmayı öğrenmişizdir; adaleti ararız çünkü bize öğretilen inanç sisteminde adalet yoktur; hakikati ararız çünkü yalnızca beynimizde sakladığımız bilgiye inanırız. Ve elbette, hala aradığımız kusursuzluktur çünkü artık “hiç kimse kusursuz değildir” diye düşünen tüm diğer insanlarla hemfikirizdir.
Don Miguel Ruiz